13 Nisan 2010 Salı

Dna Rastlantılarla Oluşamaz


Canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama gayretindeki evrim teorisi hücrenin yapısının en temelindeki bu moleküllerin varlığına bile tutarlı bir izah getirememişken genetik bilimindeki ilerlemeler ve nükleik asitlerin, yani DNA ve RNA keşfi, teori için yepyeni çıkmazlar oluşturdu.

1955 yılında James Watson ve Francis Crick adlarındaki iki bilim adamının DNA hakkında yaptıkları çalışmalar, biyolojide yepyeni bir çığır açtı. Birçok bilim adamı, genetik konusuna yöneldi. Yıllar süren araştırmalar sonucunda bugün, DNA'nın yapısı büyük ölçüde aydınlandı.

Burada DNA'nın yapısı ve işlevi hakkında çok temel birkaç bilgi vermek yerinde olur:

Vücuttaki 100 trilyon hücrenin herbirinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümden iç organlarının yapılarına kadar DNA'nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA'daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bir DNA molekülünde yaklaşık olarak 3.5 milyar nükleotid, yani 3.5 milyar harf bulunur.

Bir organa ya da bir proteine ait olan DNA üzerindeki bilgiler, gen adı verilen özel bölümlerde yer alır. Örneğin göze ait bilgiler bir dizi özel gende, kalbe ait bilgiler bir dizi başka gende bulunur. Hücredeki protein üretimi de bu genlerdeki bilgiler kullanılarak yapılır. Proteinlerin yapısını oluşturan aminoasitler, DNA'da yer alan üç nükleotidin arka arkaya sıralanmasıyla ifade edilmiştir.

Vücudumuzdaki organların herbiri farklı sayıda gen tarafından kontrol edilir. Örneğin; deri 2559, beyin 29930, göz 1794, tükürük bezi 186, kalp 6216, göğüs 4001, akciğer 11581, karaciğer 2309, bağırsak 3838, iskelet kası 1911 ve kan hücreleri 22092 gen tarafından kontrol edilmektedir.

DNA'daki harflerin diziliş sırası insanın yapısını en ince ayrıntılara dek belirler. Boy, göz, saç ve cilt rengi gibi özelliklerin yanısıra, vücuttaki 206 kemiğin, 600 kasın, 10,000 işitme siniri ağının, 2 milyon optik sinir ağının, 100 milyar sinir hücresinin, 130 milyar metre uzunluğundaki damarların ve 100 trilyon hücrenin planları tek bir hücrenin DNA'sında mevcuttur.

Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda 200 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin imkansızlığı daha iyi anlaşılır. Evrimci bir biyolog olan Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:

Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir.(Frank B. Salisbury, Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution, s. 336)

41000'de bir, "küçük bir logaritma hesabı" sonucunda, 10620'de bir anlamına gelir. Bu sayı 10'un yanına 620 sıfır eklenmesiyle elde edilir. 10'un yanında 11 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken, 620 tane sıfırlı bir rakam gerçekten de kavranması mümkün olmayan bir sayıdır.

Prof. Dr. Ali Demirsoy da bu konuda şu itirafı yapmak zorunda kalır:

Esasında bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır.(Ali Demirsoy, Kalitim ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 39)

Bütün bu imkansızlıkların yanısıra, DNA çok zor reaksiyona giren bir yapıya sahiptir. Çünkü DNA, çift zincirden oluşmuş sıkı bir helezon şeklindedir. Bu bakımdan da canlılığın temeli olması düşünülemez.

Dahası, DNA, yalnız protein yapısındaki bir takım enzimlerin yardımı ile eşlenebilirken, bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Her ikisi de birbirine bağımlı olduğundan, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda mevcut olmaları gerekir. Ya da ikisinden birinin daha önce "yaratılmış" olması zorunludur. Amerikalı mikrobiyolog Homer Jacobson, bu konuda şöyle der:

İlk canlının ortaya çıktığı zaman, üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının ve bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait emirlerin o anda birarada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu ise tesadüfen gerçekleşemez. (Homer Jacobson, "Information, Reproduction and the Origin of Life," American Scientist, Ocak 1955, s. 121)

Yukardaki ifadeler 1955 yılında, yani James Watson ve Francis Crick tarafından DNA'nın yapısının aydınlatılmasından iki yıl sonra yazılmıştı. Ancak bilimdeki tüm gelişmelere rağmen, bu sorun evrimciler için çözümsüz kalmaya devam etmektedir. Özetle, üremede DNA'ya duyulan ihtiyaç, bu üreme için bazı proteinlerin mevcut olma zorunluluğu ve bu proteinlerin de DNA'daki bilgilere göre yapılma mecburiyeti, evrimci tezleri çok somut bir biçimde çürütmektedirler.

Örneğin Alman bilim adamları Junker ve Scherer de kimyasal evrim için gerekli olan moleküllerin hepsinin sentezinin ayrı ayrı koşullar gerektirdiği ve kuramsal olarak bile elde edilme yöntemi birbirinden farklı birçok maddenin biraraya gelme şansının hiç olmadığını şöyle açıklarlar:

Şimdiye değin kimyasal evrim için gerekli tüm moleküllerin elde edileceği bir deney bilinmiyor. Dolayısı ile çeşitli moleküllerin değişik yerlerde çok uygun koşullarda üretilip, hidroliz ve fotoliz gibi zararlı etmenlere karşı korunup, yeni bir reaksiyon bölgesine taşınması gerekmektedir. Burada tesadüften bahsedilemez çünkü böyle bir olayın kendi kendine gerçekleşme ihtimali yoktur. (Reinhard Junker, Siegfried Scherer, Entstehung und Geschichte Der Lebewesen, Weyel Verlag, 1986, s. 89)

Kısacası evrim teorisi moleküler düzeyde gerçekleştiği iddia edilen evrimsel oluşumlardan hiçbirini ispatlayabilmiş değildir. RNA molekülünün nasıl olup da kendine bir hücre zarı bulduğu, daha sonra hücre organellerini nasıl ortaya çıkardığı gibi birçok soru cevapsız beklemektedir.


Başarısız İlkel Atmosfer Deneyleri

Buraya kadar anlattıklarımızı kısaca özetlersek, ne amino asitler ne de bunlardan meydana gelen ve canlıların hücrelerini oluşturan proteinler, "ilkel atmosfer" ismi verilen ortamlarda hiçbir şekilde üretilememişlerdir. Dahası, proteinlerin inanılmaz karmaşıklıktaki kimyasal yapıları, sağ-el, sol-el özellikleri, peptid bağlarının oluşmasındaki zorluklar gibi faktörler, proteinlerin gelecekte de bu çeşit deneylerde üretilmelerinin imkansız olduğunu göstermektedir.

Kaldı ki proteinlerin tesadüfi bir şekilde oluştukları bir an için farzedilse bile bu hiçbirşey ifade etmez, zira proteinler tek başlarına hiçbir anlam ifade etmezler. Çünkü proteinler kendilerini çoğaltamazlar. Ancak DNA ve RNA moleküllerinde şifrelenmiş bir protein molekülü için bir seri üretim mümkün olabilir. DNA ve RNA olmadan bir proteinin çoğaltılması imkansızdır. DNA'da şifreli olarak kaydedilmiş 20 ayrı çeşit amino asidin belli bir şekilde sıralanması, vücuttaki herbir proteinin yapısını belirler. Oysa, önceki bölümlerde de açıkladığımız gibi, DNA ve RNA'nın rastlantılarla meydana gelmesi ihtimal dışıdır.

Hayatın başlangıcını araştıran evrimcilerin karşılaştıkları en önemli sorunlardan biri, işte bütün bu moleküllerin çoğalmak için birbirleriyle yardımlaşıyor olmasıydı. DNA, içinde bilgi bulunan bir kitap gibiydi. Proteinler ise çok önemli işlemler yürütmelerine karşın, DNA'nın üzerinde yazılı bilgi olmadan üretilemiyorlardı. DNA olmadan proteinlerin, proteinler olmadan DNA'nın varolması imkansızdı. Bir protein tesadüfen sentezlenmiş olsa bile —ki böyle bir olayın ne derece imkansız olduğunu açıklamıştık— bu durum, o protein kendisini kopyalayamayacağı için hiçbirşey ifade etmeyecekti.

Dahası bir an için DNA ve RNA'nın da bir şekilde oluştuğunu farzetsek bile, bunların protein sentezlemeleri için ancak hücre gibi son derece kompleks ve özelleşmiş bir ortam gereklidir. Hücrenin de yine, DNA, RNA, proteinlerden oluşmuş organeller, enzimler ve son derece karmaşık işlemler barındıran bir yapı olduğu düşünülürse olay bir kısır döngüye girmektedir: hücre olmadan DNA protein üretemez, DNA olmazsa protein çoğalamaz, proteinler olmazsa hücre diye birşey söz konusu olamaz...

İşte bu ve benzeri faktörlerin yavaş ve uzun süren bir dönemin sonunda bilim çevreleri tarafından kabullenilmesi sonucunda proteinlerin hayatın başlangıcı olduğuna dair teoriler geçerliliklerini kaybettiler. 1950'li yıllarda ilkel atmosfer deneyleriyle başlayan bu "protein deneyleri" dönemi, böylece birkaç on yıl geçmeden sona erdi. Artık çok az kişi, proteinlerin yeryüzünde kendiliğinden oluşabileceğine ve bu proteinlerin de hayatın başlangıcına kaynaklık edebileceğine inanıyordu.

Proteinlerin elde edilmesindeki imkansızlık, evrimcileri hayatın başlangıcını açıklamaya çalışan yeni teoriler üretmeye itmişti. Bunlardan evrimciler arasında en çok kabul göreni ise "RNA dünyası" modeliydi.


RNA Deneyleri Dönemi

1986 yılında Harvard'lı kimyacı Walter Gilbert ilk defa "RNA dünyası" terimini ortaya attı. Gilbert bu terimi şöyle açıklıyordu: "RNA molekülleri ve birtakım yardımcı faktörler, ilk hücresel oluşumları yerine getirebilecek yeterli enzim grubunu oluşturabilirler." Böylece Gilbert RNA'nın canlılığın başlangıcında temel etken olduğu düşüncesini geliştirdi.

RNA deneyleri dönemini incelemeden önce, RNA ve bunun hücre içindeki görevleri hakkında bazı bilgiler elde edinmemiz gerekir.

RNA, hücrede genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülüne benzer. Ancak tek bir farkla; DNA çift sarmal bir yapıya sahipken RNA molekülü tek bir zincire sahiptir. RNA'nın bu yapısı, hücre içindeki belli faaliyetleri yerine getirebilmesi açısından önemlidir. Canlı hücrelerinde RNA molekülü, protein sentezi sırasında DNA molekülüne yardım eder.

Evrimcileri RNA molekülünün hayatın başlangıcı olabileceğini düşünmeye iten nokta, canlılardaki RNA molekülünün kendi kendini kopyalama yeteneğine sahip olmasıydı. RNA molekülü, hücre içi faaliyetleri sırasında sadece kendi üzerindeki bilgiyi kullanarak kendisini kopyalayabiliyordu. 80'li yılların ortalarında RNA molekülünün "katalizör" ismi verilen bu özelliğinin keşfedilmesi, evrimcileri tekrar heyecanlandırdı. Proteinlerin aksine RNA molekülünün kendisini kopyalama yeteneğine sahip olması, bu molekülün canlılığın başlangıcı olabileceği fikrini doğurdu.

Hayal güçleri kuvvetli bilim adamları hemen bir senaryo yazmakta gecikmediler. Senaryoya göre bundan milyarlarca yıl önce, kendisini kopyalayabilen bir RNA molekülü atmosfer şartlarının etkisiyle tesadüfen kendiliğinden oluşmuştu. Sonra bu RNA molekülü çevre şartlarının etkisiyle birdenbire proteinler üretmeye başlamıştı. Daha sonra bilgileri ikinci bir molekülde saklamak ihtiyacı doğmuş ve her nasılsa DNA molekülü ortaya çıkmıştı. Mutasyonlar ve Darwinist doğal seleksiyon mekanizması da, uzun süreler sonunda bu ilkel hücrenin daha gelişmiş bir hücreye dönüşmesine yardım etmişti.

En "saygın" evrimci bilim adamlarının hayatın başlangıcı sorununa böylesine bir çözüm önerisi ortaya atmaları, birçok kişinin yüzünde ancak bir tebessüm ifadesinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Hayal etmesi bile güç olan bu teori, hayatın başlangıcına açıklama getirmek yerine, sorunu daha da büyütmüştü. Pekçok içinden çıkılmaz soru belirmişti: RNA kendisini kopyalarken kullanacağı yeni nükleotidleri nereden bulmuştu? Normalde hücrede son derece özel koşullar altında meydana gelen böyle bir kopyalanma işlemi, ilkel dünya şartlarında nasıl gerçekleşebilmişti? Tüm bu sorular cevapsız bırakılıyordu. 80 li yılların sonunda "RNA dünyası" deneylerinin tarihsel bir değerlendirmesini yapan tanınmış kimyager Klaus Dose şu yorumu yapıyordu:

Hayatın kökleri üzerindeki 30 yıllık kimya ve moleküler evrim araştırmaları, problemin çözümünden çok, durumun ciddiyetini anlamamıza yolaçtı. Şu andaki teoriler ve deneylerin hepsi ya başarısızlıkla sonuçlanıyor ya da görmek istemediklerimizi ortaya çıkarıyor. (K. Dose "The Origin of Life: More Questions Than Answers" Interdisciplinary Science News, Sayi 13, 1988, s. 348)

Canlılardaki RNA molekülünün kendisini kopyaladığını gören bilim adamları, hemen aynı şeyin ilkel atmosfer ortamında da gerçekleşip gerçekleşmeyecegini denemek istediler. Tekrar Miller'in protein elde etmek için yapmış olduğu deneyler tekrarlanmaya başlandı, ancak bu seferki amaç, protein elde etmek değil, kendi kendini kopyalayabilen bir RNA molekülü elde etmekti. Böylece belki de canlılığın kendiliğinden yeryüzünde ortaya çıkabileceği gösterilmiş olacaktı.

Ancak bu kez evrimciler, ilkel atmosfer ortamını tekrar canlandırmak yerine direkt olarak laboratuvarlarda bu işlemi gerçekleştirmeyi denediler. Çünkü hiç kimse Miller'in yapmış olduğu gibi bir deneyin benzerinin sonucunda RNA'nın veya bunu oluşturan moleküllerin ortaya çıkabileceğini ummuyordu! Zira canlılarda bulunan RNA molekülü, bir proteinle bile kıyaslanamayacak derecede özelleşmiş bir yapıydı...

Sonunda kendisini kopyalayabilen bir RNA molekülü üretmek üzere batılı evrimci bilim adamlarının laboratuvarlarında hummalı bir çalışma başlatıldı. Uzunca bir süre kontrollü ortamlarda, deney tüpleri, ölçüm cihazları ve teknik aletlerin yardımıyla RNA molekülleri üzerinde çalışmalar yapılmaya başlandı. Ancak çalışmalar devam ettikçe araştırmacılar umutlarını gittikçe kaybediyorlardı; tüm çabalara rağmen laboratuvar ortamında kendisini kopyalayabilen tek bir RNA molekülü bile elde edilememişti.

RNA deneyleri sonunda gelinen en son nokta, RNA yı oluşturan "nükleotid" isimli parçaların elde edilmesi olmuştu. Ancak, bunların elde edilmesi de laboratuarlarda herhangi bir kimyasal madde elde edilmesinden farksızdı. Yani uygun şartlar (sıcaklık, basınç, kontrol sistemleri, katalizörler) ve uygun hammaddeler kullanıldığında diğer pekçok kimyasal bileşik gibi nükleotidler de laboratuvarlarda sentezlenebiliyordu. Bu deneylerin, ilkel atmosfer ortamında nükleotidlerin tesadüfler sonucu oluştuğunu kanıtlama gibi bir anlamı yoktu. Karmaşık bir formüle ve yüksek bir maliyete sahip bir kanser ilacının biyokimya laboratuvarlarında üretilmesinin onun doğada ya da ilkel dünya şartlarında kendiliğinden oluşabileceğini göstermemesi gibi... Fakat bu bile evrimcileri sanki teorilerini ispatlayan birşeyler bulmuş gibi boş bir sevince sürüklemeye yeterliydi.

RNA'lı deneyler dönemi daha nükleotidler aşamasında noktalanmıştı. Çünkü asıl aşamayı, yani "üretilmiş" nükleotidleri, kendisini kopyalayabilen bir RNA molekülünü oluşturacak şekilde birleştirmeyi kimse başaramamıştı. Fransız araştırmacı Paul Auger bu durumu şöyle izah etmekteydi:

Rastgele kimyasal olaylar vasıtasıyla nükleotidler gibi karmaşık moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki aşamayı net bir biçimde birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek nükleotidlerin üretilmesi —ki bu belki mümkün olabilir— ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanması. İşte bu ikincisi, olanaksızdır. (Paul Auger, De La Physique Theorique a la Biologie, 1970, s. 118)

Böylece evrimcilerin değil ilkel atmosfer ortamında, kendiliğinden oluşan şartlar altında, laboratuvar ortamında bile RNA molekülünü oluşturma çabaları hiçbir sonuç vermedi. Evrimcilerin RNA molekülü üzerine kumuş oldukları tüm senaryo, başarısız deneyler sonucuna yıkılmıştı.

Buraya kadar anlatmış olduğumuz çalışmaların aslında sadece tek bir amacı vardır: Canlılığın cansızlıktan ortaya çıkabileceğini göstermek. Ama hiçbir şekilde bu amaç gerçekleştirilememiştir. Evrimciler değil binlerce proteinden oluşan bir hücreyi elde etmek, tek bir proteini, tek bir kendini kopyalayabilen RNA molekülünü bile elde edememişlerdir. Evrim teorisinin bu başarısızlıkları, canlılığın kesinlikle kimyasal süreçler sonucunda kendiliğinden ortaya çıkamayacağını ispatlamaktadır. Evrimcilerin görmek istemedikleri bu gerçek, bilimsel bulguların daima Yaratıcı'yı göstermesi sorucunda daima karşılarına çıkmaktadır.

Nature Dergisinde yazdığı bir yazıda Sir Fred Hoyle şöyle demektedir:

Canlılığın cansız maddelerden oluşma olasılığı 1 ve onun yanında 40.000 sıfırdır... Bu ise hem Darwin'i hem de onun Evrim teorisini gömmeye yetecek büyüklükte bir sayıdır. "İlkel çorba" ne Dünya'da ne de bir başka gezegende asla varolmamıştır. Canlığın başlangıcı kesinlikle tesadüflere bağlı değildir, bu sebeple bu ancak bilinçli ve mükemmel bir yaratmanın sonucu olmalıdır. (Sir Fred Hoyle, Nature, Nov 12, 1981, s. 148.)

Charles B. Taxton ise Mystery of Life's Origin de şu yorumu yapmaktadır:

...Uzak bir galaksiden gelen bir radyo sinyali olsak, herkes bunun orada zeki varlıkların bulunduğunun bir kanıtı olduğunu bilir. Peki, Öyleyse DNA daki mesaj da acaba benzer bir delil değil midir? (The Mystery of Life's Origin: Reassessing Current Theories Philosophical Library, 1984 ss. 211-212)


İtiraflar İtiraflar....

Evrimin aslında "ispatlanmış bir gerçek" değil, ispatlanmaya çalışılan bir inanç olduğunun en büyük delili, önde gelen evrimci bilim adamlarının yaptıkları itiraflardır. Hücre içindeki benzersiz enzim sistemleri, protein ve DNA'nın üstün yapısı, bu itirafların odaklandığı noktalardan birkaçıdır.

Evrim alanındaki en geçerli kaynaklardan biri olarak kabul edilen Am Anfang War der Wasserstoff (Başlangıçta Hidrojen Vardı) adlı —ve Türkçe'ye Dinozorların Sessiz Gecesi adıyla çevrilen— kitabın yazarı Hoimar von Dithfurt, bu itirafçılardan biridir. Dithfurt, solunum sistemini oluşturan enzimlerin varlığını açıklamada evrimin nasıl çaresiz kaldığını itiraf eder. Ancak bununla birlikte evrimci bir bilim adamının salt "evrime inandığı için" böyle bir problemi göz ardı etmek zorunda olduğunu da belirtir:

Salt rastlantı sonucu ortaya çıkmış böyle bir uyum, gerçekten de mümkün müdür? Bu, bütün biyolojik evrimin en temel sorusudur. Bu soruya verilen yanıtlara göre düşünürler de öbeklere ayrılırlar. Bu soruya "evet mümkündür" yanıtı vermek, modern doğa bilimine olan inancı doğrulamak gibi bir şeydir. Biraz kötü bir niyetle ifade etmek istersek şöyle de diyebiliriz: Modern doğa biliminden yana olan bir kimse, bu soruya "evet" yanıtını verme ötesinde bir seçeneğe sahip değildir. Çünkü doğa olaylarını anlaşılır yollardan açıklamayı kendisine hedef kılmış, bunları, doğaüstü müdahalenin yardımına başvurmadan doğruca doğa yasalarına dayanarak türetmeyi amaçlamıştır. Ama işin burasında, olup biteni doğa yasalarıyla, dolayısıyla "rastlantı" ile açıklaması, söz konusu kimsenin köşeye sıkışmışlığının bir belirtisidir. Çünkü bu durumda zaten rastlantıya inanmasın da ne yapsın? (Hoimar von Ditfurth, Dinazorların Sessiz Gecesi, 2. Kitap, Çev. Veysel Atayman, 2.b. İstanbul: Alan Yayıncılık, Mart 1995, s. 64)

Ditfurth'un satırları arasında, "ideolojik gereklilik"i ele veren daha başka bölümler bulmak mümkündür. Bir yerde şöyle der: "... Bu karmaşık kimyasal tepkimelerin yeryüzündeki hayatın devamı bakımından vazgeçilmez oluşunu, bilimsel bir yoldan açıklamak istiyorsak, rastlantı kategorisine başvurmaktan başka bir çaremiz var mı ki?" Bir başka paragrafında, "... doğabilimsel anlayışa bağlı kalarak olayı açıklamak zorunda kalan biyolog..." (Ibid., s. 65.) ifadesini kullanır. Yani tesadüf imkansızdır, ama bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmektense, yine de tesadüfe inanmak gerekir!...

İmkansızı kabul etmenin bir yaratıcıyı kabul etmeye tercih edildiği ortadadır. Evrimciler bu mantıkla, akıl ve mantığın sınırlarını zorlayacak başka kabuller de yaparlar. Evrimin Türkiye'deki önde gelen otoritelerinden Prof. Dr. Ali Demirsoy şöyle yazar:

... Sorunun en can alıcı noktası, mitokondrilerin bu özelliği nasıl kazandığıdır. Çünkü tek bir bireyin dahi rastlantı sonucu bu özelliği kazanması aklın alamayacağı kadar aşırı olasılıkların bir araya toplanmasını gerektirir... Solunumu sağlayan ve her kademede değişik şekilde katalizör olarak ödev gören enzimler, mekanizmanın özünü oluşturmaktadır. Bu enzim dizisini bir hücre ya tam içerir ya da bazılarını içermesi anlamsızdır. Çünkü enzimlerin bazılarının eksik olması herhangi bir sonuca götürmez. Burada bilimsel düşünceye oldukça ters gelmekle beraber daha dogmatik bir açıklama ve spekülasyon yapmamak için tüm solunum enzimlerinin bir defada hücre içerisinde ve oksijenle temas etmeden önce, eksiksiz bulunduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız. Ancak bu enzim dizisinin tümüne rastlantı sonucu sahip olan bir hücre, serbest oksijenli atmosfere uyum yapabilecektir.(Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 94.)

Satırlarda ortaya konan mantık yine aynı noktaya işaret eder: Evrimcilerin amacı, "dogmatik bir açıklama ve spekülasyon" diye ifade ettikleri şeyi yapmamak, yani bir Yaratıcı'nın varlığını ne olursa olsun kabul etmemektir. Buna şartlanmış durumdadırlar ve bu yüzden, kesinlikle imkansız olan varsayımları kolaylıkla kabul edebilirler.

Bu imkansız varsayımları mümkün gibi gösterebilmek için de, çeşitli mantık oyunlarına başvururlar. Harvard Üniversitesi öğretim görevlilerinden Profesör George Wald'ın, canlılığı yaratan iradenin "zaman" olduğu yönündeki açıklaması buna iyi bir örnektir:

Önemli nokta şudur; hayatın orijini, en azından bir defa vuku bulan olaylar kategorisine girdiğinden, zaman ondan yanadır. Ancak, biz bu hadiseyi ne kadar ihtimal dışı saysak da, yeterli zaman içinde mutlak manada en azından bir defa meydana gelecektir. Planın kahramanı gerçekte zamandır. Yeterli zaman verilmesiyle "mümkün olmayan" mümkün olur. Mümkün, "muhtemel" olur ve muhtemel de "hemen hemen kesin bir hal" alır. Sadece beklemek yeterlidir. Zamanın bizzat kendisi mucizeleri meydana getirir. (George Wald, The Origin of Life: In the Physic and Chemistry of Life, New York: Simon & Schuster, s. 12)

Görüldüğü gibi evrimci bilim adamları, gerçekte teorilerini mucizelerin ellerine teslim etmişlerdir. Açıklanamayan binlerce nokta, bu "evrimsel mucize" kelimesinin altında örtbas edilerek, teorinin yaşatılmasına çalışılır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder