13 Nisan 2010 Salı

İlkel Dünya Ortamı Ve Proteinler


Evrimciler, aminoasitlerin ilkel dünya ortamında kendi kendilerine nasıl oluşabildikleri sorununu, Miller deneyi ile geçiştirmeye çalışırlar. Bu uydurma deneyle, bugün bile, bu sorunun çoktan çözülmüş olduğu gibi bir izlenim vererek insanları yanıltmaya devam etmektedirler.

Ancak canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama çabasının ikinci aşamasında, evrimcileri, aminoasitlerin oluşumuyla kıyaslanmayacak derecede büyük bir problem beklemektedir: "Proteinler". Yani yüzlerce farklı aminoasitin belirli bir sıra içinde birbirlerine eklenerek oluşturdukları canlılığın yapıtaşları.

Proteinlerin doğal şartlarda tesadüfen oluştuklarını öne sürmek, aminoasitlerin tesadüfen oluştuklarını öne sürmekten çok daha akıl ve mantık dışı bir iddiadır.

Le Châtelier Prensibi

Aminoasitler protein oluşturmak üzere kimyasal olarak birleşirken, aralarında "peptid bağı" denilen özel bir bağ kurarlar. Bu bağ kurulurken bir su molekülü açığa çıkar.

Bu durum, ilkel hayatın denizlerde ortaya çıktığını öne süren evrimci açıklamayı kesinlikle çürütmektedir. Çünkü, kimyada "Le Châtelier" kanunu olarak bilinen kanuna göre, açığa su çıkaran bir reaksiyonun (kondansasyon reaksiyonu) su içeren bir ortamda sonuçlanması mümkün değildir. Sulu bir ortamda bu çeşit bir reaksiyonun gerçekleşebilmesi, kimyasal reaksiyonlar içinde "oluşma ihtimali en düşük olanı" olarak nitelendirilir.

Dolayısıyla, evrimcilerin hayatın başladığı ve aminoasitlerin oluştuğu yerler olarak belirttikleri okyanuslar, aminoasitlerin, bir sonraki aşamada, birleşerek proteinleri oluşturması için kesinlikle uygun olmayan ortamlardır. Richard E. Dickinson Scientific American'da şöyle yazar:

Eğer protein ve nükleik asit polimerleri öncül monomerlerden oluşacaksa polimer zincirine her bir monomer bağlanışında bir molekül su atılması şarttır. Bu durumda suyun varlığının polimer oluşturmanın aksine ortamdaki polimerleri parçalama yönünde etkili olması gerçeği karşısında, sulu bir ortamda polimerleşmenin nasıl yürüyebildiğini tahmin etmek güçtür. (Richard Dickerson, "Chemical Evolution", Scientific American, Cilt 239, Sayı 3, 1978, s. 74)

Öte yandan, evrimcilerin bu gerçek karşısında ağız değiştirip, ilkel hayatın karalarda oluştuğunu öne sürmeleri de imkansızdır. Çünkü ilkel atmosferde oluştukları varsayılan aminoasitleri ultraviyole ışınlarından koruyacak yegane ortam denizler ve okyanuslardır. Karada ultraviyole yüzünden parçalanırlar. Le Châtelier prensibi ise denizlerdeki oluşum iddiasını çürütmektedir. Bu da evrim açısından bir başka çıkmazdır.


Fox'un Deneyi

Üstte açıkladığımız çıkmazla yüz yüze kalan evrimci araştırmacılar, tüm teorilerini çürüten bu "su sorunu" üzerine olmadık senaryolar üretmeye başladılar. Sydney Fox bu araştırmacıların en tanınmışlarından biriydi. Fox, su sorununu çözmek için şöyle bir teori ortaya attı: Ona göre, ilk aminoasitler, ilkel okyanusta oluştuktan hemen sonra bir volkanın yanındaki kayalıklara sürüklenmiş olmalıydılar. Kayalıkların üzerindeki aminoasitleri içeren bu karışımın içerdiği su, ısının kaynama derecesinin üzerine çıkmasıyla buharlaşmış olmalıydı. Böylece "kuruyan" aminoasitler, proteinleri oluşturmak üzere birleşebilirlerdi.

Fakat bu "çetrefilli" çıkış yolu da pek kimse tarafından benimsenmedi. Çünkü aminoasitler, Fox'un öne sürdüğü türden bir ısıya karşı dayanıklılık gösteremezlerdi: Yapılan araştırmalar aminoasitlerin yüksek ısıda hemen tahrip olduklarını ortaya koyuyordu.

Ancak Fox yılmadı. Laboratuarda, "çok özel koşullarda", saflaştırılmış aminoasitleri kuru ortamda ısıtarak birleştirdi. Aminoasitler birleştirilmiş ancak proteinler yine elde edilememişti. Elde ettikleri, birbirine rasgele bağlanmış basit ve düzensiz aminoasit halkalarıydı ve herhangi bir canlı proteinine benzemekten çok uzaktı. Richard B. Bliss ve Gray E. Parker, Fox'un deneyini şöyle tarif ediyorlardı:

Sydney Fox saf kuru aminoasitleri 150-180 0C'de 4-6 saat ısıtarak proteine benzer moleküller elde etti. Düşüncesi, ilkel dünyada da aynı olayın volkanların yakınlarında gerçekleşmiş olabileceği idi.

Bu durumda şu soruların cevaplanması gerekir:

1- Eski dünyada saf kuru aminoasitler nasıl birikebilir?

2- Eğer Fox aminoasitleri bu sıcaklıkta daha fazla bıraksaydı ne olurdu?

3- Eğer aminoasitler çok su püskürten volkanların yanında bırakılsaydı ne olurdu?

4- Fox neden deneylerine Miller'ın elde ettiği ikinci kademe moleküllerle değil, saf, kuru aminoasitlerle başladı?

Miller deneyinde sadece hayat için gerekli molekülleri (Levo aminoasitler) elde etmekle kalmamış, aynı anda evrime müdahale eden dextro aminoasitlerden oluşmuş uzun bir zincir elde etmişti. Sonraki hiçbir bilim adamı kimyasal evrimin gelecek basamağı için Miller'ın aletlerindeki molekül karışımını kullanmadı. (Richard B. Bliss, Gray E. Parker, Origin of Life, California 1979, s. 25)

Burada son madde üzerinde özellikle durmakta yarar var. Moleküler evrimin temeli sayılan Miller deneyinin, geçersizliği ispat edildikten sonra bile gündemden indirilmediğini belirtmiştik. Fakat daha sonraki araştırmacılar, Miller'ın deneyinde ortaya çıkan işe yaramaz ürünleri değil, sonuç elde etmek için gerekli aminoasitleri kullandılar. Evrimciler tarafından kabul görmüş sayılan Miller deneyinin ürünleri, hiçbir evrimci tarafından kullanılmadı. Evrimin ikinci halkasının ispatı olarak gösterilen Fox deneyinde evrimin birinci halkası sayılan Miller deneyi gözardı edildi. İkinci aşaması, birincisini kabullenmeyen bir teori vardı ortada...

Fox'un sözkonusu deneyleri evrimci çevrelerde bile pek olumlu karşılanmadı. Zira Fox'un elde ettiği anlamsız aminoasit zincirlerinin (proteinoidlerin) doğal koşullarda oluşmayacağı çok açıktı. Dahası, canlıların yapıtaşları olan proteinler hala elde edilememişti. Proteinlerin kökeni problemi başlangıçta olduğu gibi hala ayaktaydı. 1970'li yılların popüler bilim dergisi Chemical Engineering News'da yayınlanan bir makalede Fox'un gerçekleştirdiği deney hakkında şöyle deniyordu:

Sydney Fox ve diğer araştırmacılar, çok özel ısıtma teknikleri kullanarak, dünyanın ilk devirlerinde hiç varolmamış şartlarda aminoasitleri "proteinoidler" adı verilen bir şekilde, birbirine bağlamayı başarmışlardır. Bununla beraber bunlar, canlılarda bulunan çok düzenli proteinlere hiç benzememektedir. Bunlar, hiçbir işe yaramayan, düzensiz lekelerden başka birşey değildirler. İlk devrelerde bu moleküller eğer gerçekten meydana gelmişlerse bile, bunların parçalanmamaları mümkün değildir. (S. W. Fox, K. Harada, G. Kramptiz, G. Mueller, "Chemical Origin of Cells", Chemical and Engineering News, 22 Haziran 1970, s. 80)

Gerçekten de Fox'un elde ettiği "proteinoidler" gerçek proteinlerden yapı ve işlev olarak tamamen uzaktır. Bir canlı proteininde aminoasitler, belirli çeşit, miktar, dizilim ve üç boyutlu yapıda birleştikleri için bir anlam ve işlev kazanırlar. Ortalama 400 ile 1000 arasında aminoasitten meydana gelen tek bir protein molekülü, üç boyutlu biçimine ve içerdiği aminoasitlerin sayı, çeşit ve dizilişlerine bağlı olarak tek bir hücre içerisindeki diğer binlerce protein molekülüyle beraber değişik fonksiyonlar yerine getirir.

Ancak Fox'un ürettiği dairesel biçimdeki ilkel ve düzensiz moleküllerden ibaret olan proteinoidler, bilinçli bir dizayna sahip olmadıklarından hiçbir işe yaramıyorlardı. Proteinlerle aralarında, karmaşık bir teknolojik cihazla, işlenmemiş bir metal yığını kadar fark vardı.

Dahası, bu düzensiz aminoasit yığınlarının bile ilkel atmosferde yaşama şansı yoktu. Dünyanın o günkü şartlarında yeryüzüne ulaşan yoğun ultraviyole ışınları ve kontrolsüz doğa koşullarının doğurduğu zararlı tahrip edici fiziksel ve kimyasal etkenler, bu proteinoidlerin dahi varlıklarını sürdürmelerine imkan vermeden parçalanmalarına neden olacaktı. Aminoasitlerin ultraviyole ışınlarının ulaşamayacağı şekilde suyun altında bulunmaları ise, Le Châtelier prensibi nedeniyle, söz konusu değildi.

Bu veriler ışığında bilim adamları arasında, proteinoidlerin hayatın başlangıcını oluşturan moleküller oldukları fikri giderek etkisini kaybetti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder